DEMOKRATİKLEŞME ORTAMI VE AYKIRI SESLER
Demokrasi geçmişimizi şöyle bir zihnimden geçirdim de ne kadar dalgalı ve de aksiyonlu bir demokrasi maceramızın olduğunu gördüm.
Tanzimat Fermanına, İttihat ve Terakki Fırkasına kadar gitmeye gerek yok; DP'nin kurulmasıyla birlikte çok partili hayata geçmiş olduk. Her ne kadar demokrasimiz on yılda bir kesintiye uğrasa da tökezleye tökezleye bugünlere kadar geldik.
Bir de bizim demokrasimizin dokunulamayan, konuşulamayan, konuşulduğu takdirde suç teşkil eden hatta vatan hainliğine kadar giden bazı tabuları da vardı. Bundan 10 yıl öncesine kadar kimse bu ülkede Kürt vardır demezdi. Bu konu üzerinde tartışılmazdı. Bir bakıma Kürt demek bölücülüktü. Kamuda başörtüsü özgürlüğünü bırakın, başörtülülerin eğitim hakkı bile yoktu. Başörtüsü demek irtica demekti. Güvenlik kurumları ve yargı asla tartışılmaz, sorgulanamazdı. Darbe yapanlara darbeci demek kimin haddine. Hatta darbeleri, demokrasi getirme adına savunanlarımız bile olmuştu. Azınlık hakları diye birşeyi biz zaten bilmiyorduk. Sistemin iki büyük tehlikesi vardı. Bölücülük ve irtica. Yeri geldi bölücülüğe sığındı, yeri geldi irticaya. Arada ihtiyaç olunca devreye Alevilik meselesi girdi.
Biz, şimdi toplum olarak bütün bu "ucube" meselelerimizi konuşabiliyor, tartışabiliyoruz. Dokunulamayanlara dokunuyor, çözümler arıyor, ortak paydalarda buluşmaya çalışıyoruz geç olsa da.
Bugün Türkiye'nin demokratik siyaset alanı genişlemiştir. Son zamanların en popüler kavramı olan "kutuplaşma"nın arttığını söyleyen bazı çevrelere ben katılmıyorum. 12 Eylül öncesinde kutuplaşma yok muydu? Hem de en yüksek seviyede vardı. Mustafa Kemal ve tek parti döneminde dahi kutuplaşmayı görüyoruz. Demokrasilerde kutuplaşma vardır. Kutuplar yoksa zaten demokrasi yoktur. Aslolan çatışmanın ve dayatmanın olmamasıdır. Demokratik toplumlarda her grup (fikir, inanç, kimlik, vs.) şiddete başvurmadan, karşısındakinin de görüşüne saygı göstererek kendi düşüncesini özgürce açıklama hakkına sahiptir. Bütün kimlikler, inançlar, kültürler kendini ifade edebilmelidir. Devlet de bu grupların garantörü durumunda olmalıdır. Toplumsal barış ancak devletin bütün kimliklere ve inançlara eşit mesafede durmasıyla sağlanabilir.
Türkiye, bazı çevrelerce kabul etmesi zor olsa da çok kimlikli, çok inançlı, çok kültürlü bir topluma sahip olan imparatorluk bakiyesi üzerinde oturmaktadır. Türkiye heterojen bir yapıya sahiptir. Tek uluslu, tek dilli, tek inançlı bir ülke değildir. Siz öyleymiş gibi davranır da bazı grupları yok sayarsanız asıl o zaman diktatör olursunuz. Sahte demokrat sınıfına girersiniz.
Bugün her ne kadar 12 Eylül darbe anayasasıyla yönetiliyor olsak da paketler halinde demokratikleşiyoruz.Sistemin yok saydığı gruplar seslerini yüksek perdeden çıkarıyorlarsa bu, Türkiye'nin demokrasi çıtasının yükseldiğini gösterir. Bir kimse kendini nasıl tanımlıyorsa, neye inanıyorsa devletin o kimliğe ve inanca saygı göstermesi; hiç kimseye bir inanç ve kimlik dayatması içinde olmaması gerekir. Bir vatandaş, "Ben Aleviyim, benim ibadethanem Cemevidir" diyorsa bu bir sosyal realitedir.Sosyolojik olarak devlet bu vatandaşın garantörü olmak durumundadır. Aksi takdirde ne demokrat olursunuz ne de toplumsal barışı tesis edebilirsiniz.Meselenin diğer boyutlarını teoloji tartışabilir, o ayrı bir konu. Aynı durum, anadilde eğitim, kamuda başörtüsü, azınlıkların hakları gibi temel insan hakları ile ilgili konularda da geçerlidir. Ne devletin vatandaşını, ne de vatandaşın karşısındakini ötekileştirmeye hakkı yoktur. Bir arada yaşamanın, bir ve beraber olmanın yolu herkesin birbirine saygı duymasından, birbirlerinin yaşam tarzına müdahale etmemesinden geçer.
Balıkesir'deki Türkçe öğretmeninin yaşadıklarını okuyunca hem toplum adına, hem de öğretmen adına çok üzüldüm. Bir grup velinin çıkıp "Başı kapalı öğretmen istemiyoruz" diyerek MEB'e öğretmen hakkında şikayette bulunması gerçekten çağ dışı, gayri ahlaki, gayri demokratiktir. Şimdi bir grup veli de çıkıp "Başı açık öğretmen istemiyoruz" diyerek bir öğretmeni MEB'e şikayet ederse ne olacak? Çatışacak mıyız, uzlaşacak mıyız?
Önemli bir nokta da biz toplum olarak demokratik hak ile talebi birbirine karıştırıyoruz. Temel hak ve özgürlükler her bireyin hakkıdır, ana sütü gibi helaldir. Ne devlet tarafından ne de toplum tarafından engellenemez, kısıtlanamaz. Ancak demokrasi adı altında karşısındakinin hakkını gasp etmek, inancına mudahale etmek, kamuya açık yerleri işgal etmek (merdiven boyamak, barikat kurup trafiği kapatmak, raylara yatmak, havalimanı yapılmasın, yol yapılmasın diyerek şiddete başvurmak, kamu malına zarar vermek vb. örnekleri çoğaltabiliriz) bu türden talepler temel hak ve özgürlükler sınıfına girmez. Talepler tartışılabilir, yorumlanabilir, bir ortak akıl etrafında toplanılıp karara varılabilir.
Görünen o ki bizim demokrasi adına alacağimız daha çok mesafe vardır. Her şeyden önce hem birey olarak hem de devlet olarak zihinsel dönüşümü gerçekleştirmemiz gerekiyor. Zihinlerde demokrasiyi yerleştirdiğimiz zaman anayasal döünüşüm çok daha kolay olur. Ancak çok da kaybedecek zamanımız yok. Evlatlarımızı, paramızı, enerjimizi, geleceğimizi daha fazla kaybetmeden, birbirimizi daha fazla kırmadan, geride yaralı yürekler bırakmadan zihinsel ve anayasal dönüşümü gerçekleştirmemiz gerekmektedir. Bencilliği ve riyakarlığı bıraktığımız zaman demokrasiyi hazmetmek zaten kolaylaşıyor. Aykırı sesler elbette olacaktır. Bunların da zamanla zihinsel dönüşümü yaşayarak daha demokratik tavır sergileyeceğini düşünüyorum.
HÜLYA AKDOĞAN